Tevhid İnancı ve Şirke Açılan Kapılar / Nevzat Yüksel
Anadolu AY Yayınları İslami İlimler Serisi 10
Bu çalışmanın yapılma nedeni, “Kelime-i Tevhid’in lâfzı dillerde, fakat manası ve ruhu nerede?” sorusundan yola çıkınca, göze takılan, kulağı tırmalayan, kalbin yatışmadığı, içe sinmeyen ve tevhide sığmayan bir sürü şeylerle karşılaşmak, kaçınılmaz hale geliyor. Tevhidin zıddı olan şirk de öyle… Açığı var, gizlisi var, ayak sesleri var, kayma noktaları var. Ayrıca büyük zulüm ve tevbe edilmediğinde Allah Teâlâ’nın affetmediği günahlardan olduğu biliniyor.1 Bu önemli ve hayatî iki konuyu daha yakından tanımak, bu konulardaki bilgilerimizi netleştirmek, akâide yansıyan kısımlarda gerekli düzeltmeleri yaparak sahih bir imana ulaşmak, hepimizin ihtiyacı ve özlemi, değil mi? İşte bu çalışmanın içindeki konuları, belli bir düzen içinde, mümkün olduğu kadar delilleriyle ve kaynaklarıyla birlikte, ayrıntıya boğulmadan, böyle bir ihtiyacı karşılama umuduyla hazırlamaya çalıştım. Tevhidin can damarı, bütün güç ve kuvvetin, bütün izzet ve şerefin, bütün hâkimiyet ve saltanatın yalnızca Allah Teâlâ’da olduğu inancıdır. Bu demektir ki kâinatın bütün egemenliği, yegâne yaratıcı kudret olan Allah’a aittir ve Allah Teâlâ bu egemenliğinden hiçbir kişi, kurum, kuruluş, kabile, cemaat, ulus, otorite, iktidar güçleri ve benzerlerine bir pay vermemiştir ve buna ihtiyacı da yoktur. Çünkü mülk, tamamıyla O’na aittir. Bu nedenle tarih boyunca peygamberlerin verdiği mücadele, baştan sona tevhid mücadelesidir. Onlar insanları kendilerine, kendi kişiliklerine ve kendi meziyetlerine değil, Allah’ın birliğine, O’nun azametine, eşsiz kudretine ve emsalsiz hükümranlığına davet etmişlerdir.2 Çünkü O, azamet sahibidir, mutlak galiptir ve her türlü noksanlıklardan münezzehtir, en güzel isimler O’nundur. Bu yüzden kullarından aracısız kulluk istemekte ve şirki en büyük günah saymaktadır. İbadette ve duada kendine ortak tanımaz.3- Çünkü O, kullarına şah damarından daha yakındır.4 O nedenle tevhidin ilkelerini zedeleyen her şey, kaygan zemin üzerinde şirke açılan kapı ve şirkin ayak sesleridir. Şirk ise, Allah Teâlâ’nın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde O’na ortak tanımak ve ortak tanınan o varlıklara ilâhî nitelikler yakıştırarak, en çok da ibadet ve duada tevhidin ilkelerinden sapmaktır. Allah’a rağmen Allah’tan uzaklaşmak, bu dünyanın en büyük mahrumiyetidir. Mekke müşrikleri; gökleri ve yeri, ayı ve güneşi, insanı ve kâinatı yaratan, öldüren ve dirilten, gökten su indiren ve onunla ölü toprağı canlandıran, oradan türlü rızıklar çıkartan, kulakların ve gözlerin sahibi, her şeyi bilen Allah Teâlâ’nın varlığına inanıyorlar,5 Kâbe’yi tavaf ediyorlar, tavaf için gelenlere hizmet ediyor ve Kâbe’nin örtüsünü yeniliyorlar… Peki bu insanlar, niçin ve nasıl müşrik oluyorlar da en büyük günah olan şirke girmiş oluyorlar? Çünkü inandıkları Allah’ı hayatın içinde değil, dışında tutarak, istedikleri gibi yaşamak istiyorlar, O’nun hayata müdahalesini içlerine sindiremiyorlar ve bir avuç hakim zümreye çalışan kurulu düzenin ancak böyle devam edebileceğini biliyorlar. Allah var, fakat uzaklarda!.. İşte bunun için kendilerini uzaktaki Allah’a yaklaştıracağını ve O’nun yanında kendilerine şefaatçı olacağını umdukları Allah’tan başka ast ilâhlar ediniyorlar.6 Bir de günümüzde doğru bilinen yanlışlar var. Bunlar, kayma noktaları veya şirk kokusu veren şeyler. Allah Teâlâ’ya ait nitelikleri fânilere, fânilerin sözlerine ve yazdıklarına nispet etmek ve yalnızca Allah Teâlâ’dan istenebilecek şeyleri bu fâni varlıklardan istemek… Fânileri Allah’ı sever gibi sevenler,7 sevdikleri yönetici, din adamı, âlim, şeyh, mürşit, aziz, cemaat ve tarikat lideri gibi kişiler, hangi konumdaysa onların manevî güçlerle donatıldıklarına, olacakları önceden gördüklerine, her şeyin en iyisini bildiklerine ve düşündüklerine, icraatlarının Allah ve Resûlünün onayından geçtiğine, darda kalanların ölürken bile imdadına yetiştiklerine, kendilerini Allah’a yaklaştırıp şefaatçi olacaklarına, dualarının ve beddualarının reddedilmeyeceğine, günah ve kusurlardan uzak olduklarına, Allah’ın kâinatın idaresini onlara bıraktığına, gaybın bilgisine muttali olduklarına ve gelecekten haberler verebileceklerine, Kur’an’ın bâtınî manalarına âşina olduklarına, kalpten geçenleri bile okuduklarına, rüyalarının gerçek olduğuna, Allah Teâlâ’dan doğrudan ilham aldıklarına ve konuşup yazdıklarını ilhama dayandırdıklarına, istediklerinde zaman ve mekân üstü olabileceklerine, Arş ve Kürsi’nin sırlarına vakıf olduklarına, onların helâl dediklerinin helâl, haram dediklerinin haram olduğuna8 ve benzerlerine inanıyorlarsa; dönüp İslâm akâidinin ne dediğine bakmak gerekmez mi? Üstelik bir de bütün bunlar maneviyat adına kurgulanıyorsa yapılacak şey, tevhidin kriterlerine dönüp bakmak değil midir? Nuh kavminin içinde yaşayıp, sevilen ve saygı duyulan sâlih insanların, kendilerinden sonra zaman içinde nasıl putlaştırıldıklarını Kur’an’dan öğreniyoruz.9 O sâlih insanların, olup bitenlerden ve nasıl kutsandıklarından haberleri bile yoktur. Tevhid inancıyla bağdaşmayan kayma noktalarını görmeden sahih bir imana sahip olmak oldukça zor bir iştir. Bu arızalar, tevhid hassasiyetiyle bakılmadan görülemez ve doğru bilinen yanlışlar devam edip gider. İslâm akâidinin hiss-i selim, akl-ı selim ve haber-i sadık olarak tespit ettiği bilgi kaynakları ortada dururken, başkaları için hiçbir bağlayıcılığı olmayan rüya ve ilham üzerine; sahte keramet hikâyeleri ve kâhinlerin, arrafların, falcıların, cincilerin, büyücülerin, medyumların verdiği hayalî bilgiler üzerine, cifr hesaplarıyla Kur’an harflerinden çıkartılan hükümler üzerine kurulan bir dini hayatın, bid’at ve hurafelere açık hale gelmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda, açık ve denetlenebilir sonuçlara ulaşma imkânı ortadan kalkar. Zira doğru sonuçlara ancak doğru vasıtalarla ulaşılabilir. Kötü niyetlilerin yanında, insanlara moral motivasyon olsun diye hadis uyduranların bile varlığı düşünüldüğünde, inandırıcı olsun diye rüya ve ilhamın sözlere ve metinlere alet edilmesinin doğuracağı güven problemi, insan aklını, iradesini ve vicdanını köreltebilir. Bu durumda insan, ıslah adına kendi yapması gereken eylemleri, başkalarından, hayalî kurtarıcılardan ve hatta ölülerden bekleme sürecine girebilir. İşte, manevî çürüme böyle bir şeydir. Bu çalışmanın bütünü içinde, bu ve benzeri konuları irdelemekten maksadımız, tecessüs ederek başkalarında tek yanlı kusur aramak değil, ortak kusurlarımızı tevhid kriteriyle belirlemeye çalışmak ve kayma noktalarından uzaklaşarak, sahih bir imana ulaşmanın sebeplerine başvurmaktır. Allah Teâlâ, dilediğine/dileyene hidayet eder.10 Kişileri öne çıkartmak yerine, Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde ilkeleri öne çıkartarak, kişilere nispet edilen söz ve yazıları tevhid kriterinden geçirmek sûretiyle, uyanlar yolcuların omuzunda taşıdığı heybenin ön gözüne, uymayanlar da arka gözüne atılırsa orta yol bulunmuş olur ve sorun kalmaz. Her şeyin içyüzünü bilen Allah Teâlâ’dır.12 Bu çalışma sırasında, eleştirileri ve önerileriyle katkıda bulunan değerli dostlarımdan; Hukukçu Sayın Necati Kırış, Eğitimci Sayın Nurettin Albayrak, Kimya Profesörü Sayın Halis Ölmez, İlahiyatçı Sayın Kemal Yaman, Sosyoloji Profesörü Sayın Mustafa Aydın ve İlahiyatçı Hukukçu Sayın Ali Ay kardeşlerime en derin şükranlarımı sunmaktan ayrı bir mutluluk duyduğumu da belirtmek isterim. “(Ey Rabbimiz) seni tenzih ederiz. Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen bilensin, tam hikmet sahibi olansın.” Nevzat YÜKSEL